Postkolik_Loader
Haberi Paylaş!
POP-KÜLTÜR
16/10/2018

Slasher filmler ve 40 yıl sonra salonlara dönen Halloween'in öyküsü

Tüm zamanların en önemli slasher korku filmi olan Halloween, 26 Ekim’de salonlara dönüyor. 2018 model Halloween, 40 yıl önce çekilen ilk filmin hikayesini bıraktığı yerden sürdürüyor. 


Korku sineması alt türlerini yaratmak konusunda adeta sınırsız kapasiteye sahiptir ve slasher, bu alt türler arasında seyirciyle en çok bağın kurulduğu tür olarak dikkat çeker. Bu türün özelliklerine ve önemli örneklerine değinmeden Halloween’i konuşmak tabii ki doğru olmaz. Bu yüzden sizlere öncelikle slasher filmlerin geçmişinden söz etmek istiyoruz. Slasher filmler, kurbandan çok katil odaklı filmler olarak dikkat çeker. Bu tarz yapımlarda genellikle katilin genç yaşında yaşadığı travmatik bir olayın sebep olduğu öldürme dürtüsünün güçlenmesi ön planda tutulur. Katil, travmatik olayın yıl dönümü ya da benzeri hallerde travmasıyla yeniden yüzleşir ve psikolojik olarak aşamadığı bu travmayı seri cinayetlerle bastırmaya çalışır.


Sinema izleyicisi, slasher türüne ilham veren filmlerin çıkışını ilk kez 20. yüzyılın ilk yarısında görmeye başladı. The Lunatics (1912), The Old Dark House (1932), Thirteen Women (1932) ve The Spiral Staircase (1946) gibi yapımlar, 70’lerden başlayarak özellikle de 80’lerde zirve noktasına ulaşan slasher filmlerinin alametifarikası olan pek çok doneyi bünyesinde barındıran filmler olarak dikkat çekti. 1960 yılında vizyona giren iki film ise, katili merkeze alarak slasher yapımların rotasının çizilmesinde direkt rol oynamış ve yaklaşık 10 sene içerisinde sinema perdesinde göreceğimiz “star” katillerin önünü açmıştır. Bu filmler Peeping Tom ve Psycho’dur. Slasher, bu iki film ve yaşamış en önemli yönetmenler arasında adları her daim anılacak olan Michael Powell ve Alfred Hitchcock’un dokunuşlarıyla kendi kimliğini oluşturmuş bir alt tür haline gelmiştir.

 

Aşkın sınırsız yaşandığı ve gençliğin evlilik dışı cinselliği normalleştirmeye başladığı 70’li yılların Amerikan halkında sosyokültürel depremlere neden olması nasıl kaçınılmazsa, bu depremlerin sanata etkisi de eşdeğer ölçüde kaçınılmaz olmuştu. Özgür “şehirli” gençlerin Amerikan “kırsalı” tarafından yok edilme isteği, slasher filmlerinin hem sosyolojik hem de psikolojik yol haritasını çizmeye direk yardımcı olmuştur.  Motivasyonu kendi topraklarından bulan slasher sineması, aradığı uygulama üslubunu ise -okyanusun öte yanından- İtalya’dan buldu. İtalya’da yükselişe geçen kanlı korku sineması akımı “giallo”, Amerikan slasher’larına tarzını ödünç verecekti. Giallo akımından iki efsane filmin etkisi bu noktada diğerlerinden öne çıkıyor.
Bunlardan ilki, efsane yönetmen Mario Bava’nın imzasını taşıyan A Bay of Blood (1971) filmiydi. Slasher filmlerindeki katilin filmin sonuna dek gizemli kalma düsturunun filmin merkezinde yer aldığı bu yapımın bir diğer özelliğiyse, slasher adına ilham veren sivri objelerle işlenen cinayetlerin bolluğudur. İtalya’nın efsane yönetmenlerinden Sergio Martino’nun imzasını taşıyan 1973 tarihli Torso ise, adeta giallo ile slasher türlerinin kusursuz kesişim kümesidir. Bu filmin en önemli özelliği, Amerikan sinemasında da “final girl” olarak adlandırılan ve katilin hakkından gelen ya da katilin esas hedefi olan son kadın karakterin idolleştirilmesidir. Amerika elbette bu etkileşimleri alıp binle çarpmak konusunda hiç vakit kaybetmemiştir.

 

1974 yılı, iki Amerikan korku klasiğinin vizyon yılı olmakla kalmayacak; slasher akımının temellerini de resmen atmış olacaktır. Tobe Hooper imzalı The Texas Chainsaw Massacre ve Bob Clark imzalı Black Christmas, hem müthiş düşük bütçelerle iyi gişeler yapmış hem de beyazperdeyi kana bulamak konusunda çıtanın ne kadar yükselebileceğini İtalyan rakipleri başta olmak üzere tüm dünyaya kanıtlamıştır. Özellikle de The Texas Chainsaw Massacre, sinema tarihinin ilk maskeli korku ikonu olan Leatherface’i milyonlara sevdirmiştir. Daha sonra pek çok devam filmi gelmiş olsa da ilk filmin ürkütücülüğü ve Leatherface’in gerçek bir seri katil olan Ed Gein’den miras alınarak vahşet sosuna bolca bulanan imajı akıllara başka türlü kazınacaktır. The Texas Chainsaw Massacre, yakaladığı gişe başarısıyla tüm stüdyoları heyecanlandırmıştı. Mütevazı bütçelerle milyon dolarlar kazanmak her yapımcının ortak amacı haline gelmişti. Ayrıca özellikle de gençler bu tarz filmlere yoğun ilgi göstermeye başlamıştı.

 

The Texas Chainsaw Massacre bir çıta ortaya koymuştu; ancak 1978 yılında çekilecek olan bir film, o çıtayı atmosferin dışına taşıyacaktı. O yıllarda henüz birkaç film yönetmiş olan ve parasızlıktan filmlerinde hem yönetmen, hem senarist, hem montajcı hem de müzisyen olarak çalışan uzun boylu, sıska bir adam sinemanın gidişatını kökten değiştirecekti. John Carpenter adlı bu dahi yönetmen, yapımcı kankası Irwin Yablans’la yaptığı bir muhabbet sırasında gelen bir Cadılar Bayramı filmi fikrini evirip çevirip öyle bir senaryo haline getirecekti ki, Hollywood’un kısır korku döngüsüne de adeta ilaç olacaktı.

 

Haddonfield kasabasında bir Cadılar Bayramı gecesinde henüz çocuk yaştayken ablasını öldüren Michael Myers’ın yıllar sonra tedavi gördüğü akıl hastanesinden kaçarak işlediği seri cinayetleri konu alan Halloween, vizyona girdiği gibi fenomen olmayı başardı! Amerikan sinema basınına “shoestring budget” yani bizim tabirimizle “çerez parası” tabirini kazandıran Halloween, sadece 325 bin dolara çekilmiş olmasına rağmen gişede tamı tamına 70 milyon dolar kazanarak o güne dek bir bağımsız filmin yaptığı en yüksek hasılata imza atmıştı. Tüm zamanların en önemli bağımsız filmlerinden biri olması ve yönetmeni John Carpenter’ı Hollywood’un büyük stüdyolarına transfer ettirmesi de bu sayede olmuştur.


Halloween o kadar çok doneyi bir araya getirmeyi başarmıştı ki, slasher sinemasının kurallarını adeta tek başına yazmıştı. Travmatik bir çocukluk anısı, bu anıyı bir bayramla bağdaştırma, anının yıl dönümünde cinayetlerin yeniden başlaması, final girl’ün filmde öldürülen kızların aksine bakire olmaması ve hiçbir kötü alışkanlığa bulaşmaması gibi pek çok madde Halloween filmi tarafından adeta bir kural kitabı gibi sunulmuştu. Bu arada enteresan bir bilgi verelim; uzun süre boyunca katil Myers’a bir maske bulmakla uğraşan sanat departmanı en sonunda kendilerine gönderilen maskeler arasında Star Trek filmlerinin Kaptan Kirk karakterini canlandıran aktör William Shatner’ın yüzünden modellenen maskeyi beyaza boyayarak Michael Myers’ın ikonik maskesini ortaya çıkarmıştır!


Bugünde dek 10 Halloween filmi çekildi. Bunların büyük bölümü fiyaskoyla sonuçlanmış olsa da orijinal filmin yapım ekibi oldukça iddialı bir devam filmiyle tam da Cadılar Bayramı öncesinde salonlara dönüyor. Evet, Halloween tam 40 yıl sonra, 11. sinema filmiyle salonları kana bulamaya geliyor. İlk filmden sonra çekilen hiçbir filmi araya katmadan, ilk filmin 40 yıl sonrasında çekilmiş olan devam filmi olarak kurgulanan yeni Halloween’de; ilk filmde “final girl” olan Laurie Strode karakterini canlandıran Jamie Lee Curtis ve yine ilk filmin korkunç Michael Myers karakterini canlandıran Nick Castle bir kez daha kamera karşısına geçmişler. Orijinal filmin yönetmeni olan John Carpenter ise yeni filmin müziklerine imzasını atmış ki John Carpenter’ın orijinal Halloween filmi için bestelemiş olduğu tema müzikleri Hollywood tarihinin en önemli soundtrack’leri arasında yerini çoktan almıştır.

 

Yeni Halloween’in yönetmen koltuğunda Pineapple Express ve Manglehorn gibi filmleri çekmiş olan David Gordon Green oturuyor. Son yılların önemli korku filmi stüdyolarından olan Blumhouse çatısı altında çekilen yeni Halloween’de 40 yıl sonra artık torun sahibi olmuş olan ancak Myers’ın bir gün geri döneceğini düşünerek kendince önlemler alan Laurie Strode’un en büyük kabusunun gerçekleşmesini izleyeceğiz. Kanın oluk oluk akacağını söylememize herhalde gerek yok! Tüm zamanların en önemli slasher filmi Halloween hem köklerine bağlı olan isimlerle hem de yönetmen ve senaryo ekibindeki taze kanla salonlara geri dönmeye gün sayıyor. Cadılar Bayramı’ndan sadece birkaç gün önce, 26 Ekim’de Halloween’le randevunuz var!